Arabın Yeri


Salacak

Hani köylü kızları vardır çarşaflara sarınmış, bir tek gülümseyen gözleri görünür karanlıklar içinden ışıl ışıl, bir de çıplak ayakları toprak üstünde. Hiç yokmuş gibidirler yeryüzünde, ama hep ordadırlar, bilirsiniz. Sustuklarını, konuştuklarını, güldüklerini, hep gözlerinden anlarsınız.

Üsküdar’la Harem arasında da bir semt vardı, Salacak… İşte o kızların gözleri gibi, gizlice seyrederdi hep İstanbul’u, varlığı yokluğu hiç farkedilmezdi, taa ki gözgöze gelene kadar. Ama bir kez de yakaladınız mıydı o gözleri, bir daha vaz geçmek ne mümkün, o kaçar siz kovalarsınız, siz kaçarsınız o yakalar sizi. 

Salacak deyince önce iskelesi gelirdi akla, iskelenin yanında gece gündüz uyuklayan sandallar ve balıkçılar, bir kenarda durup balık gözleyen kediler, sandal boyalarından artan boş kutular falan olurdu. İskeleye inen yokuşu, tek yoluydu Salacağın, inersiniz, çıkarsınız. Kahvesi de vardı bir zamanlar köşede, önünde çocuklar koşar oynar, içerde tavla-satranç ne ararsanız. Semih Bey, İnce Yüksel, yaz-kış farketmeyen müdavimleri. Bazen bir bakmışsınız bir masa kurulmuş denizin içine, rakılar, balıklar, muhabbet falan; bazen de karabataklar izlenir, martılar takip edilir. Kimisi gelip denizi seyreder, artık neler geçiriyorsa aklından; kimileri de şarap içer bir kayanın dibinde, ama şişeden…
Salacak İskelesi


Nadir Göktürk
İskeleye inen yokuşun sağ tarafında da bir cami vardı. Camiyi geçince de bambaşka bir dünya çıkardı o zamanlar karşınıza: Salacak Gazinosu… Zeki Müren’in ilk sahneye çıktığı yer olduğu söylenirdi. Geceleri düğünler yapılır, konserler verilir, gündüzleri, çay-kahve içilir, kitap okunur, kadınlar muhabbet eder. Gazinonun yanındaki merdivenlerden de inince, karşınıza Salacak Plajı çıkar. Genellikle mahalle sakinlerinin denize girdikleri, kabinleri, kumsalı falan olan bir plaj. Tam karşısında da Kız Kulesi dururdu. Ama o zamanlar Kuleye yüzerek falan da yanaşılamazdı, eli silahlı jandarmalar nöbetteydi her daim. Ucuz da olsa, plaja girmek için gene de bir para çıkardı tabii ki cepten. Onu vermek istemeyenler de yakındaki Çifte Kayalara giderdi denize girmek için. 

Ama Salacak bunlardan ibaret değildi kuşkusuz. Kafanızı biraz kaldırıp da yukarı baktığınız zaman hemen gözünüze bir mekan ilişirdi: Arabın Yeri… Arabın Yeri, Salacağa yukardan bakan, önü deniz, daha da önü Tarihi Yarımada, daha daha önü İstanbul, en önü de kocaman bir dünya olan bir meyhane; ama seyretmekte daha da ileri giderseniz kendinizle başbaşa kalıverirdiniz sonunda. Koyu muhabbetler ve sigara dumanlarıyla kaplanmış masalar, bildik bilmedik sesler, gülen ve suskun yüzlerle dolu bir ortam. Müdavimleri de belliydi zaten, insanlar birbirlerini tanır, bildik isimler, bildik suratlar hep. Belki dostturlar belki hasım, belki de sadece selamlaşılan tipler… 


Salacak


Ben Arabın Yerine çok sık olmasa da ara sıra uğrar, bir-iki kadeh yudumlanır, sonra ayrılırdım. Genellikle de bir vesileyle olurdu ziyaretlerim. Zaten sahile yol mol yapılmaya başlanınca, havası da kaçmaya başlamıştı oraların, sözünü ettiğim o ışıltılı gözler kaybolmuştu ortalıktan. Ama gene de, silik de olsa, o ayakların izleri duruyordu yerinde…  Arabın Yerine en son gidişim ise Şükran Kurdakul’la olmuştu. Şükran Abi’yle yiyip içip muhabbet ederken bir yandan da mekânı dikizliyorduk göz ucuyla.. Masalar, sandalyeler yenilenmiş, çatallar bıçaklar alafrangalaşmış, garsonların üslupları değişmiş, menüler falan bekliyor misafirleri vazolara dayanmış… O eski müdavimler de gitmiş, yerine turistler falan doldurmuş masaları… Şükran Abi’yle de güzel muhabbetlerimiz olurdu hep; şiirden politikaya, aşka, savaşlara uzanan. Gecenin sonunda biz hesaplarımızı ödeyip kalkmıştık ki, uzaktan aşina olduğum mekanın sahibi bizi yolcu etmek için yanımıza yaklaştı. Elimizi sıkıp “Gene bekleriz” tarzı bir muhabbete de girmişti o arada.. Şükran Abi de: “Epey değiştirmişsiniz mekânı…” diye bir ifadede bulununca, işletmeci: “Evet, çok masraf ettik..! Bütün masalar, sandalyeler, örtülerimiz, çatal-kaşık, her şey, her şey yenilendi” gibisinden gururlana gururlana konuşuyordu ki, Şükran Abi adamın sözünü kesti: “Sen ne diyorsun be..! İçine sıçmışsınız mekânın..!” deyince mevzu anlaşıldı. Paltolarımızı giyip çıktık dışarı… Bir yerin daha sonuna gelmiştik yeryüzündeki… 

Sonradan düşününce, “Şükran Abi acaba sadece Arabın Yeri’ni mi kastetmişti?” diye düşünmeden geçemiyor insan. Yoksa Salacak mıydı asıl söylemek istediği, yoksa İstanbul mu, yoksa Marmaris’iyle Bodrum’uyla bütün Türkiye miydi aklından geçen…!? Şükran Abimiz de yok ki artık aramızda oturup karşısına soralım. Bize de işte böyle, anıları karalamak, kendimize cevaplayamadığımız sorular sormak, ara sıra da fotoğraflara bakıp iç geçirmek kalıyor işte… 


Şükran Kurdakul

 

 

Nadir Göktürk

 

< geri

 

Ana Sayfa
Hayat Hikayem
Fotoğraflar
Karalamalar
Albümler
Şarkılar
Filmler
İletişim