Minik Serçe

“Senelerce senelerce evveldi
Deniz kıyısında yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz”
diye başlıyordu şiir. Edgar Allan Poe’nun bu şiirini ezberlemiştim. Şiirin adı ‘Anabel Lee’ydi. Evet, şiirdeki gibi, senelerce senelerce evveldi, geceleri şiir ezberliyor, sabahları okula gidiyor, akşamüstü de kızların dağılma saatlerinde gizlice okul kapısında bekliyordum. Bir kız vardı, onun okul kapısından çıkışını bekler, sonra da uzaktan, çaktırmadan onu izlerdim. Bunu hemen hemen her gün yapardım. O, okuldan çıkar ve hep aynı istikamete doğru yürürdü. Yanında hep aynı arkadaşları olurdu. Kendi aralarında bazen gülüşürler ama etrafa karşı da hep ciddiymiş gibi yaparlardı. Çantası yoktu, kitaplarını elinde taşırdı, daha doğrusu göğsünün üstüne iki eliyle bastırarak sanki onları koruyormuş gibi yaparak yürürdü. Onların ders kitapları mı yoksa hatıra defterleri mi olduğunu hep merak ederdim. Kimbilir neler yazılı ki öyle sıkı sıkı sarılıyor diye düşünürdüm. Sağa sola hiç bakmaz, ama nedense, bende, her şeyin farkında olduğu gibi bir izlenim bırakırdı. Acaba benim de farkıma varmış mıdır diye utanırdım bazen. Çünkü onu takip ediyor olmaktan hep rahatsızlık duyardım. Onu benden başka takip edenler de vardı ve hatta sayıları da oldukça fazlaydı. Ve gülerken, yanındaki kız arkadaşına mı yoksa etraftan gözlerinin değdiği birine mi gülüyor anlaşılmazdı. Ben her ihtimale karşı, elimde, her zaman cebimde taşıdığım, küçük bir kağıda yazılı ‘konuşma teklifi’ni tutardım. Belki eline tutuştururum, belki cebine sokuştururum falan diye düşünürdüm. Ama böyle bir hareket yapmaya kalksam, kağıdın o kargaşada yere düşeceğinden de emindim. Eğilip alsam herkes ne yapmaya çalıştığımı anlayacak, almasam, biri alıp okuyup dalgasını geçecekti. Ama kağıt hep avucumda hazır duruyordu, hem de ona hiçbir zaman veremeyeceğimi, vermeye cesaret edemeyeceğimi bile bile… Bu bütün bir yıl boyu devam etti. Sonra okullar kapandı ve ben yaz tatilinden sonra da üniversite sınavını kazanıp Edebiyat Fakültesi’ne kaydolduğum için İstanbul’a gittim… Sonra da o konuşma teklifini yazdığım kağıt kaybolup gitti zaten.


-

Aradan kaç yıl geçmişti bilemiyorum, Taksim’deki elektrik idaresinin oralarda biryerlerde, hani o eski binalardan birinin 5. katında bir kayıt stüdyosu vardı. Biz de bir albüm kaydı için her gün buraya taşınıyorduk. Kayıtlarımızı İhsan yapıyordu. Binanın asansörü yoktu, ya da belki vardı da, bizim stüdyoya gelişimiz hep elektrik kesintisine denk geldiği için merdivenleri dinlene dinlene çıkardık. Malûm, o yıllarda, günün belirli saatlerinde değişik semtlere elektrik kesintisi uygulanırdı. Kimi sabah stüdyoya geldiğimizde, kayıt odasını boş şişeler ve dolu kül tablalarıyla bulurduk. Odanın her milimetrekaresinde geceki kayıttan bir iz bulunurdu. Yırtılmış nota kağıtları, işi bitmiş şarkı sözleri, boş sigara paketleri, yerde artık gözyaşı mı kusmuk mu olduğu pek de anlaşılmayan lekeler.. Hatta kollardaki jilet izleri bile duruyor gibi olurdu ortalıkta. Sözleri oracıkta alelacele tamamlanmış şarkıların nağmeleri duvarlardan hala yankılanırdı. Bunlar, gece stüdyoya kapanan arabeskçilerin ‘hücum kayıt’ kalıntılarıydı. Normalde 2-3 ayda biten bir albüm kaydını bu hücum kayıtçılar bir gecede tamamlarlardı. Akşam kemanlarını, darbukalarını, cümbüşlerini ve nevalelerini alıp gelirler, sabah da kasetlerini ellerine alıp giderlerdi. Ama normal kayıtta 2-3 ayda tüketilen alkol miktarına da, hücum kayıtçılar bir gecede ulaşırlardı, o da ayrı..

İşte gene böyle günlerden birinde, İhsan’la muhabbet ettiğimiz bir ara, yanımıza çıtı pıtı bir kız yaklaştı. Ne yalan söyleyeyim başımı çevirip bakmadım bile.. İhsan’la bir şeyler konuştular, ben de ilk aranjörlük denemem olduğu için notaları kurcalamaya başladım. Ama konuşmalarının sonunda, İhsan telefonu çevirip “Şanar Abi, Sezen geldi” deyince ben gayrı ihtiyari dönüp baktım. Evet O’ydu. Okul önlüğünü çıkarmış ve hatıra defterlerini evde bırakıp çarşıya çıkmış gibiydi sanki. Omuzunda çantası, ayaklarında ayakkabıları… Gerçi ayaklarında ayakkabı olması çok normal bir durum gibi görünse de, ben hep okullu kızların kıyafetlerini üniforma şeklinde algıladığım için, onu böyle sivil ayakkabılarla ilk defa görüyordum herhalde. Ben “ya beni tanırsa” diye düşünerek gözgöze gelmemek için gene notalara döndüm. Hiç değişmemişti. Sevgilisi var mıdır acaba diye düşündüm, belki de evliydi. Ama sanki liseye de devam ediyor gibi bir hali de vardı. Belki o da beni seviyordu da, belli etmek istemediği için hiç dönüp bakmamıştı. Ama seviyorduysa bile artık unutup gitmiştir dedim kendi kendime, çünkü epey meşhur olmaya da başlamıştı. Bütün bunlar ve daha birçok soru kafamda dolaşırken o çoktan gitmişti bile. Belki de o değildi diye düşündüm. Ama ne kadar da benziyordu. O gözler o dudaklar kaç tane kızda vardır ki.. Esas ben onun o gizli çapkın bakışlarına hasta olmuştum. Ama ne olursa olsun, bunlar onun doğasında vardı, o yaştaki hiçbir kız numaradan öyle görünmeyi beceremezdi. O gün onu bir daha görmedim. Belki giderken İhsan’a “Hoşça kal” deme bahanesiyle bir uğrar falan diye bekledim açıkçası. Ama gelmedi.


-

O akşam evde yemekten yeni kalkmıştık, televizyonda duyduğum sesle kendime geldim. O’ydu gene, daha bugün görmüştüm ve sanki ben hiç yokmuşum gibi davranmıştı, şimdi de odanın içinde şarkı söylüyordu. Koca bir yıl peşinden koştuğum halde bir kere olsun dönüp bakmayan o kız, şimdi kameranın gözünün taa içine bakıyordu. Sesini hiç duymuyordum bile, sanki sadece bana bakıyormuş gibi hissetim bir an. Gözgöze gelmiştik sonunda işte.. Evdekiler fark edecek diye tedirgin oldum, ama gözlerimi de alamıyordum bir türlü. Acaba gerçekten O muydu? Kafamda hep bu soruyla uyumaya çalıştım o gece ama ne mümkün.. Ertesi gün plakçının önünden geçerken girip plağını almayı düşündüm, ama sonra hemen vazgeçtim. Bilmiyorum neden, vazgeçtim işte. Belki de bu kadar yakın hissettiğim birinin plağını para verip almak, beni de yabancı konumuna düşürür diye mi korktum nedir, vazgeçtim.


-

Geçenlerde dertleştiğim bir arkadaşım, “Oğlum o olduğuna emin misin, bak aradan yıllar geçmiş, gözlerinden başka hatırladığın bir yeri yok mu? Bacakları falan nasıldı mesela, onunkilere benziyor muydu?” diye sorunca, düşündüm de; o zaman sevdiğimiz o liseli kızların bacakları olmazdı ki hiç, sevmediğimiz kızların bacakları olurdu. Onların sadece kaçırdıkları bakışları olurdu, göğüslerine bastırdıkları kitapları olurdu, dokunamadığımız elleri olurdu, isimleri olurdu uzaktan duyduğumuz, ya da biz kendimiz bir isim takardık ‘Atkuyruklu’ ‘Yeşilli’ ‘Mabel’ ‘Rapunzel’ falan diye… “Emin değilim” dedim. Emin olmaya da çalışmadım hiç. O benim, bakışlarını hiçbir zaman yakalayamadığım liseli kızımdı. Belki bu yüzden hala hatırlıyorum. Birbirimize hiç yamuk yapmamıştık, çünkü hiç konuşmamıştık bile. Belki bir kere dönüp bakmış olsa, bana ismini söylese, elim eline değse, işi daha da ileri götürüp sinemaya falan gitsek, her şey farklı olabilirdi şimdikinden. Benim gene böyle bir anım olurdu anlatacak, o da gizli hazinelerine bir taş daha koymuş olurdu. Ama mutlaka eksilirdi bazı şeyler aramızdan…

Şimdi bizimle mezara gidecek, yaşamadığımız şeyler.

 

 

Nadir Göktürk

 

  ileri >

 

Ana Sayfa
Hayat Hikayem
Fotoğraflar
Karalamalar
Albümler
Şarkılar
Filmler
İletişim