Müfit Çelik


Müfit Çelik

Bodrum’a yıllardır gitmiyordum. Çamlar arasında döne döne yükselen yolu, tepeye gelince dumanlar içinde beliriveren Kale’siyle, Bodrum’u, biraz hatıralarıma gömüp, orada bırakmak istemiştim galiba. Raşit’in kahvesini, masalar arasında dolaşan İlhan Berk’i, dostlarına kibarca yer gösteren Melih Cevdet’i, siyah mayosu ve omuzunda havlusuyla kumlardan çıkmış Ülkü Tamer’i, Semerci Dayı’yı, Eşekçi’yi, Latif Baba’yı ve hatta Şerif’i bile arıyordu gözlerim. ‘Şerif’ dediysem, lâkabı öyleydi Mustafa Bey’in, aslında Bodrum karakolunun komiseriydi kendisi. Gerçi Mendirek yerinde duruyordu durmasına ama, gündüzleri denizine girilen, geceleri üzerinde şarkılar söylenen, sabah kayaların arasından, geceki muhabbetler sırasında pantolon ceplerinden dökülen 1 liralıkları toplayıp kahvaltı yaptığımız Mendirek değildi artık. Baktım, Latif Baba’nın lokantası duruyor ama Latif Baba yok. Paramız olsun olmasın koca bir tabağı karnıyarıkla pilavla doldurup yanına da domatesleri kimse doğramaz artık. Gümbet’te sabahladığımız gecelerin sonunda, gün ağarınca damlarda uyanan köylüleri de göremezsiniz. “Biraz Gümüşlük’e takılıcam, Bodrum çok kalabalık, sıkıyor abi” diyen ‘freak’lere de rastlamazsınız artık. Hele Müfit’e hiç rastlamazsınız. Çünkü Müfit çoktan öldü.

Ben Muf’u ilk kez Caddebostan’da görmüştüm, yıl 68-69 falan… O yıllarda çok popüler bir piyasa mekanı olan Cadde’de, bir de, gene ‘Borsa’ diye çok popüler bir piyasa kahvesi vardı. İsmiyle müsemma bu kahvede Bağdat Caddesi’nin uzak yakın dolaylarından toplanan gençler, görüp görünürler, parası olanlar çay kahve gazoz içer, olmayanlar da yandaki bahçenin duvarı üstüne tüneyerek ortama iştirak ederlerdi. Müfit, yanında Asit Orhan, etrafında 8-10 kişilik bir mürit grubuyla, buralarda görünür ve kaybolurdu. Müfit’in gelip gitmesini, bütün piyasacılar uzaktan dikkatle ve gözucuyla izlerlerdi. Öyle ki, sonradan fevkalâde bir hanımefendi olan bir delikanlının, o günlerde ismi cismi hiç bilinmediği için “kimmiş bu da?” dedirten, kravat ve takım elbisesi ve ensesine inen siyah düz saçlarıyla, yanında üç-dört tane şık ortayaşlı bayan olduğu halde geçişi bile Muf kadar ilgi çekmezdi. Ressam Selahattin her ne kadar tuvalini Borsa’nın önüne kurup resimlerini burada boyasa da, Muf geldiği zaman boyama işini erteleyip kendini daha çok rakısını yudumlamaya verirdi.
Müfit Çelik


Müfit Çelik
Müfit yalnızca Cadde’de görünmezdi, bir bakarsınız Bebek’te karşınıza çıkmış, birkaç ay sonra Tunalı’da, Dana Götü’nde, sonra Torba’da, Alsancak’ta.. Zaten bir evi de yoktu Müfit’in, hırkası sırtında gezerdi. Belki de Neyzen Tevfik’i tanımamış olmayı biraz telâfi eden bir duyguydu Müfit’i tanımış olmak. Dostları hiç eksik olmazdı etrafında. Çünkü herkesin ondan alacağı bir şeyler vardı. Özellikle de kızlar, akılları kalmadan geçemezlerdi Müfit’in yanından. Belki çok yakışıklıydı, belki ‘vaybıreyşınları’ iyiydi, belki de şeytan tüyü taşıyordu cebinde, kimbilir… Çok güzel ney üflerdi. Daha doğrusu, eline aldığı bütün sazlardan (ney, gitar, flüt, bağlama, ud) büyülü, güzel sesler çıkarmasını bilirdi. Kendi söylediğine göre bir süre Ankara Konservatuvarı’nda okumuş, sonra bırakmış. “Yedi anahtarı gazete gibi okurdum” derdi. Resme ne zaman başladığını bilmiyorum, ama dünyanın en iyi suluboyacılarının arasında Müfit’in isminin de geçtiğini duyduğum zaman hiç şaşırmamıştım. Ama bence Müfit’in insanları asıl etkileyen tarafı, beyninin en ince kıvrımlarında fazlaca gezinti yapmış olmasıydı. Herkesin uzaktan dokunmaya çalıştığı duyguları, Müfit çoktan dolaba kaldırmıştı.

Müfit keyfine de düşkündü epey.. Ben zınk tabirini ondan duydum mesela. ‘Zınk’, bir duble rakının ağız cidarlarına hiç dokunmadan, tek lokmada mideye dökülme ameliyesinin adıydı.. Gerçi öteki tarafa giderken karaciğerinin de epey bir yardımı oldu sanıyorum, ama bana göre, gene de oldukça cefakar çıkmıştı organları.


Müfit Çelik


Müfit öldü ve birkaç suluboya resim, birkaç galerinin fiyat listesi dışında hayattan yok oldu gitti. Muf’u hiç kimsenin hatırlamak istememesi bana biraz tuhaf geldiği için yazdım bu yazıyı. İnsanların, kendileriyle yüzleşmelerine neden olan ‘kötü arkadaş’larını unutmak istemelerinin elbette ki kendilerine göre bir mantığı vardır. Biz; ahşap evlerimizi verip apartman daireleri, teyzelerimizi anneannelerimizi verip devre-mülkler, bakır tencerelerimizi verip naylon leğenler, kilimlerimizi verip muşambalar, filelerimizi verip poşetler, şehitler verip hayali ihracatçılar, Münir Nurettin’ler verip Serdar’lar, Eşref Şefik’ler verip Erman’lar, Mustafa Kemal’ler verip Süleyman’lar almış bir toplumun çocukları değil miyiz? Ama Müfit’i nedense karşılıksız gönderdik. Acaba orda bir rant hisseden kimse mi olmadı, yoksa Müfit mi çok erken yaşadı aramızda? Yoksa biz Müfit’i zaten Neyzen’in yerine mi koymuştuk?

Bodrum’a yıllardır gitmiyordum, niye geldim ki şimdi? Ne var burda? Müfit, sen beni duyuyor musun? Duymazsın, nerden duyacaksın ki?

 

 

Nadir Göktürk

 

< geri ileri >

 

Ana Sayfa
Hayat Hikayem
Fotoğraflar
Karalamalar
Albümler
Şarkılar
Filmler
İletişim